Osman Ali Oy
Erottaya
tepesine çıkınca sağdaki büyük mağazanın üzerinde kocaman bir Osman Ali Oy yazısı
gördüm ve girdim kürkçü dükkanına. Heyecanla içeri girdiğimi gören bir teyze,
ingilizce "buyrun ne istiyorsunuz" dedi? Ali Osman ile görüşmek
istiyorum dedim. "Onun adı Osman Ali" dedi. Tamam, onunla görüşebilir
miyim? dedim. Bekleyin dedi ve arka odaya girdi.
Ben kürkleri
incelerken karşımdaki personel bayan da beni gözleriyle takip ediyordu. Kapıda
Turkis yazıyor, o ne demek diye sordum. “Fince kürk demek” dedi. İçeriden hafif
sallanarak yaşlıca bir bey geldi. “Merhaba Osman bey, ben Türkiye’den geliyorum,
iki haftadır karşılaştığım ilk Türk sizsiniz” dedim.
İlginç bir
şive ile “Huş kildigiz, isen misiz?” dedi. Hoş geldinizi anladım da isen misiz
ne demek anlayamadım. Yüzüne bakakaldım, bu sefer de ”isen misin?” diye sordu.
Yok, benim adım İsmail” dedim. Baktık ki anlaşmak zor, oradaki kızının
yardımıyla ingilizce konuşmaya başladık.
Finlandiya
Türkleri denen topluluğun 100-120 yıl evvel Rusya’dan Helsinki’ye ticaret
yapmak için gelip burada kalan Mişer Tatarları olduğunu anlattı. Burada 900
kişilik bir Tatar cemaatimiz var. Fredrik caddesinde mescidimiz var, Cumaya
gel, bekleriz dedi.
Sizin
çalışanlar beni niye tuhaf bir şekilde izliyorlar diye sorunca,
gülümsedi," buraya ara sıra Türk gemilerinin tayfaları gelip, amca paramız
bitti deyip harçlık akçe isterler. Ben de 50-100 veririm. Belki seni de gemi
adamı sanmışlardır dedi. ”Osman amca, tanıştığımıza sevindim. Ben akçe istemeye
gelmedim, ama size tadımlık Türk helvası getireceğim, görüşürüz inşallah”
dedim. O da bana ”Körüşkünce” dedi!
Copyright © 2021 All rights reserved - Tüm hakları
saklıdır
Abdullah
ve Ölkän Ali
Dışarı
çıktım ve yolun karşısında tabelasında N.Ali olan başka bir kürkçü dükkanı
gördüm. Vitrine bakıyordum ki uzun boylu yakışıklı bir bey bana ingilizce
”Hello, buyurun çeşitlerimiz içeridedir” diyip kapıyı açtı. Nezaket icabı içeri
girdim. Amerikalı film yıldızına benzeyen sarışın bir hanım ingilizce: ”Welcome,
where are you from?-nereden geliyorsunuz?” dedi.
”Türkiye’den
geliyorum, öğrenciyim, vitrine bakıyordum” deyince hemen Tatarca devam etti:
"Huş kildigiz, min Ölkän bu kişi de minim erim Abdullah Ali, isen
misiz?" Nazik bir şekilde “tam anlayamadım” dedim. Ölkän abla:"isen
misiz?-How are you? dimek. Biznin tatar dilinde isen olmak, isen kalmak"
deyince aklıma politikacı Bülent Ecevit amcanın sözleri geldi: Esen kalın,
esenlikler… Yani esen misiniz, nasılsınız, hoş musunuz?
Abdullah
ağabey ve Ölkän abla ben kürk almayacağımı söylediğim halde bana ilgi
gösterdiler ve ailelerini anlattılar. Abdullah Ali, baba tarafından karşıdaki
kürkçü Osman Ali ile kuzenlermiş ve yıllardır Fin Tatar toplumunun başkanlığını
yapmış. Ölkän abla: ”Biznin de üç balamız bar. Biri kız ve ikisi uğlan: Suzan,
Akif ve Atik”...
”Belki
Helsinki Üniversitesine okumaya gelebilirim” deyice, “inşallah olur. Bizni
unutma, ara sıra gil, çeyimizi iç”. Abdullah agabey, Helsinki tatarlarından
birkaç kişinin isimlerini kağıda yazıp bana verdi: “Osman Abdrahim, Enver
Samaletdin, Enver Hairulla, Nuri Samarhan ve Hamdu Hakimcan’ın kibitlerine
(dükkanlarına) de git, törökçe-tatarca süyleş, kahvelerin iç” dedi...
Munir ve Helena Allahwerdi
Akşam
otelden Kütahya çinisini alıp yürüyerek Münir ve Helena Allahwerdi’nin
Helsinki'nin ana caddesi Mannerheimintie'deki evlerine gittim. Münir ağabey ve
eşi Helena abla muhterem insanlardı. Evde bebek yaşlarında iki oğulları vardı:
Nouri (Nuri) ve Pekka. Yemek yerken sohbet ettik. Münir bey mühendismiş. Finli
Helena ile Amerika’da tanışıp evlenmişler.
Dr Yunus ve
eşi ile Bagdat’ta da iki yıl komşuluk yapmışlar. Sonra Müftü ailesi Ankara’ya,
Allahwerdi ailesi de Helsinki’ye göçmüşler. Münir bey ”Vallahi bravo, bu
kadar büyük bir çiniyi nasıl kırmadan taşıdın? Biz de Yunus beye bir hediye
alalım, seninle yollayalım” dedi.
|
Copyright © 2021 All rights reserved - Tüm hakları
saklıdır |
Osmanlı türkçesi konuşan Münir beyden, siz de Yunus ağabey gibi Kerkük
Türklerinden misiniz? diye sordum. "Ben hıristiyan Türkmenlerindenim,
anadilimiz Türkçe” dedi. İlk defa böyle bir şey duyuyordum… Benim okulumu
sordu. ”Hacettepe’de tıbba puanım yetmediğinden Biyoloji hazırlıktayım, gelecek
yıl tıbbiyeye girmeyi tekrar deneyeceğim” dedim. Helena hanım, Üniversitede Yabancı
Öğrenci danışmanı olduğunu söyledi ve "yarın gel, sana üniversiteyi
gezdireyim” dedi.
Ertesi gün Sezai tekne ile adalar turuna çıktı, ben de Tuomiokirkko-Mahşer
Kilisesinin önündeki Senato meydanındaki Üniversitenin Rektörlük binasına gidip
Helena Allahwerdi’yi buldum. Helena abla Fen fakültesi dekanlığını gezdirdi.
Sonra Unioninkatu'da Biokimya bölüm başkanı Profesör Jorma Erkama ve
Hallituskatu'da Kimya bölüm başkanı Profesör Osmo Mäkitie ile görüştük. Helena,
beni Türkiye’den öğrenim amacıyla Helsinki Üniversitesine gelecek 2.sınıf
öğrencisi olarak tanıttı!
İki hoca da “bir sömester daha okuyup, iyi notlar alıp bunları transkript
şeklinde bize yollarsan ve Bayan Allahwerdi de referans verirse seni kabul
edebiliriz” dediler. Biokimyada yalnız iki yabancı öğrenci varmış, Kimya
departmanında ise son yabancı öğrenci olan Hintli yeni mezun olmuş… Helena
Allahwerdi ablanın bu iyiliği benim hayatımı değiştirecekti!
Helsinki Üniversitesi
Helsinki tren istasyonunda Sezai arkadaşımla bir hafta sonra buluşmak üzere
vedalaştık ve o arkadaşlarını ziyarete Tampere ben de Hyvinkää yönüne giden
trenlere bindik. Ben Hyvinkää’da eskiden tanıdığım bir ailenin yanında kaldım.
Sağolsunlar o küçük şehri, Lohja, Somero, Riihimäki kasabalarını
gezdirdiler. Elimde kalan Şile bezi elbiseleri de pazaryerinde satmama yardımcı
oldular. Helsinki’ye futbol maçına dahi götürdüler.
Bu ailenin ve tüm Finlandiyalıların bize böyle peşin hükümsüz ve dostça
davranmaları doğrusu sürpriz oldu. Dürüstlüklerini ve olağanüstü
konukseverliklerini takdir ettim.
Helsinki’ye dönerken bir saatlik tren yolculuğunda camdan dışarı baktım ve
düşündüm: “Finlandiya, Danimarka ve Almanya gibi Kuzey Avrupa ülkeleri, 40-50
yıl sonra Orta Doğu’dan ve Afrika’dan binlerce, milyonlarca yabancı göç
alırlarsa, o zaman göçmenlere hala dostça muamele ederler mi? Yoksa göçmenleri aşağılayan
ve kendi milletini üstün sayan aşırı milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı başlar
mı?”
Güz kendini göstermeye başlamıştı. Güneşin gücü azaldı, bulutlu ve yağmurlu
günler çoğaldı. Helsinki’ye dönünce yine OlympiaStadion yanındaki
Nuorisomaja-gençlik otelinin uygun fiyatlı odalarına yazıldım ve hafiflemiş
bavulumu otele bıraktım. Geçen hafta söz verdiğim helvayı vermek için kürkçü
Osman Ali beyin dükkanına gittim. Bu sefer çalışanlar bana daha kibar
davrandılar ve “ne içersiniz?” diye sordular.
|
Tuomiokirkko . Mahşer Kilisesi, Helsinki
|
Copyright © 2021 All rights reserved - Tüm hakları
saklıdır
Osman bey ile beraber çeyimizi içtik. Hacı Bekir’in tahin helvasını masaya
koydum ve “akşam evinizde hanımınızla yersiniz” dedim. Osman amca
“rahmet-teşekkür” dedi. Anlaşabildiğimiz kadar törökçe, tatarca söyleştik, ama
anlaşamadığız zaman kızının yardımıyla ingilizce konuştuk. Helsinki
Üniversitesine girme durumum olduğunu söyledim. O da "kızım Güzel’in eşi
Japonya tatarlarından Kasım, tahsilini Türkiye’de yaptı. Onunla tanışabilirsin.
Haa bir de Mersinli Kasım var 20 yıldır burada. O da matur ve yakşır bir kişi,
er kişi. Onun özünün Kızıl Şved vapurların terminali yanında kahvesi var; git
minden selam süyle, Osman abci günderdi de" dedi.
Ayrılmamızdan 10 gün geçti ve Sezai hala gelmemişti. Gittiği yerin
numarasını bilmediğimden telefon da edemiyordum. Ama söz verdiğim için
Helsinki’de onu bekledim. Ertesi gün de Osman Ali amcanın tavsiyesi üzerine
Mersinli Kasım beyin Uspenski Ortodoks Kilisesi’nin ilerisinde, kırmızı İsveç
vapurları Viking Terminali yanındaki Cafe Colibri adındaki kahvehanesine
gittim.
Mersinli Kasım Agabey
Cafe Colibri kahve değil, kaliteli bir restorana
benziyordu. Öğle yemeği servisi bitmişti, ama güzel yemek kokusunu alınca
listeye baktım. Kasadaki elemana elimle tavuklu yemeği gösterip ödedim. Yemeği
masaya getiren garsona ingilizce "patron nerede?" dedim. Elleriyle 10
işareti yapıp ten minits dedi. Lezzetli sebzeli tavuğu yerken kapıdan içeri
orta yaşlı artist gibi yakışıklı bir bey girdi ve kasaya gitti. Acaba bu Kasım
bey mi düşünürken, o bey masama geldi ve bana Yes? dedi.
Ona “Merhaba Kasım bey, size Osman Ali amcadan selam getirdim” dedim.
Merhaba dedi ve oturdu. Kolunda yazılı bir dövme dikkatimi çekti. “Buyurun
anlatın kimsiniz, ne istiyorsunuz? Helsinki’de kimleri tanırsınız?” dedi.
Kendimi tanıttım. “Osman Ali amca, Abdullah Ali bey ve Münir Allahwerdi beyden
başka tanıdığım yok. Arkadaşımı bekliyorum, o Helsinki’ye dönünce bir iki güne
Türkiye’ye döneceğiz” dedim ve sordum: Kasım bey, kolunuzdaki dövmede ne
yazıyor dedim. “Ben gençliğimde gemilerde çalışıyordum. Afrika’da Durban
limanında bütün tayfalar aynı dövmeyi yaptırdık” dedi.
“Helsinki Üniversitesi hocaları ile konuştum, belki buraya okumaya gelme
durumum olabilir” deyince, “bak sen dürüst bir gence benziyorsun, ama fazla
umutlanma, bunlar yabancı öğrencileri kolay kabul etmezler” dedi. Kahve ve
tarçınlı çörek ikram etti. Dükkanın kartını verdi. “Yarın bu saatlerde gelirsen
yemek benden. Haydi aslanım kolay gelsin!" dedi ve restoranın kapısını
gösterdi.
Café Colibri'den çıktım ve düşündüm: Allah allah, babacan, ama otoriter bir
adama benziyor: Bir yandan kahve ısmarladı, yarın yemeğe beklerim dedi, diğer
yandan da kapıyı gösterip neredeyse beni kovdu!
Kasım ağabeyin restoranından gençlik oteline yürüdüm ve Resepsiyonda beni
bekleyen Sezo kardeşimi görünce ikimiz de sevindik ve kucaklaştık. Ne kadar
tutumlu olsak da, otel, yemek ve biraz da alışveriş yapınca akçemiz azalmıştı.
Almanya gemilerini sormak için limana gittik. Bizim gemi yarın sabah Hamburg’a
kalkıyormuş, en uygun biletleri alıp şehre döndük.
Ben anneme ve babama sürpriz yapıp Almanya’dan eve TV almak istiyordum, ama
yeterli param kalmamıştı. Postaneye gidip babama telgraf çektim. BABA BİZ SEZAİ
İLE İYİYİZ STOP MERAK ETMEYİN STOP AMA PARA BİTTİ STOP HAMBURG POSTARESTANTA
BENİM ADIMA 350 DM YOLLAYABİLİRMİSİN STOP.
|
City Hall, Swedish Embassy, Market Place Helsinki
|
Copyright © 2021 All rights reserved - Tüm hakları
saklıdır
Ertesi sabah tramvayla acele limana gittik ve gemiye yetiştik. Gemi
kalkınca Sezai ile şehrin muhteşem siluet manzarasını seyretmek için güverteye
çıktık. Şu kilisenin ilerisindeki Mersinli Kasım ağabeyin restoranına doğru
baktım ve bugün oraya gidemediğim için üzüldüm!
Sezai vapurda Adanalı Mehmet adındaki bir Türk ile tanışmış, kafeteryada
yanıma geldiler. “Ben Mehmet Özgentürk, ağabeyim Ali tiyatrocu, kardeşim Nebil
de okula gidiyor. Ben ise ressamım, ayrıca Almanya'da sanat tarihi okuyorum”
dedi.
Kültürlü, iyi bir arkadaşa benziyordu, ama ben hep Fen sınıflarında
okuduğumdan edebiyat, sanat ve tarih konularında bilgim ve ilgim az sayılırdı.
Ben gece pulman koltukların yanındaki bavullarımızın bekçiliğini yapıp
uyuklarken, onlar gecenin geç saatlerine kadar geminin kahvesinde genç
yolcularla sohbet etmişler.
Hamburg Postrestant
Gemi Kopenhag’a uğramadan direkt Hamburg’un dış limanı Travemünde’ye
yanaştı. Sezai Adanalı Mehmet ile Aachen’a gitti. Oradaki kuzeninin yanında
birkaç gün kalıp Türkiye'ye dönecekti. Ben önce Büyük Postaneye uğrayıp bana
posta var mı? diye sordum. Gelmemiş. Yarın gelin dediler.
Geceyi Jugendherberge’de geçirip ertesi gün heyecanla tekrar Postaneye
geldim ve sordum. Memur, benden Passport istedi ve pasaport numarasını deftere
yazmaya başlayınca paranın geldiğini anlamıştım! Evrakı imzalayınca kasadan
aldığı 350 Deutsche Markı bana verdi. Çok sevindim! Hemen bavulu alıp ilk
trenle Münih’e gitmek üzere istasyonun yoluna koyuldum.
|
Copyright © 2021 All rights reserved - Tüm hakları
saklıdır |
Geceyi trende geçirip sabah erken Münih’e vardım ve annemin kuzenleri olan
Kırşehirli Hasan ve İhsan Kula’nın evine gittim. Günü onların çocuklarıyla
geçirdim. Ertesi günkü akşam treniyle Türkiye’ye gitmek istiyordum. Öğlen Hasan
ağabey eve geldi ve beni çalıştıkları Un fabrikasına gezdirmeye götürdü. Burası
büyük bir un fabrikasıydı tabelasında Müller yazıyordu.
Değirmen bölümünü gezerken patron herr Müller'e rastgeldik. Hasan ağabey
beni tanıtınca patron bizi ofisine çağırdı ve biraz ingilizce sohbet ettik.
"Burada iş var. İstersen kal ve yarın başla. Sen kuzeyli almanlara bakma,
onlar ezelden Bavyera’yı kıskanırlar. Münih Almanya’nın en güzel ve zengin
şehri. Şu metro inşaatı bitsin ve 72 Olimpiyatlarını kazasız belasız atlatalım,
şehir daha da güzel olacak" dedi.
Universität München
“Ama deniziniz yok” dedim. “Evet haklısın, denizimiz olsaydı dünya’nın en güzel
şehri olabilirdik” dedi ve devam etti:
“Benim oğlum Ludwig-Maximilians München
Üniversitesinde okuyor. İstersen tanıştırayım, prosedürleri sana anlatsın ve
başvurmana yardım edebilir. Hem okursun hem de part-time çalışırsın. Böyle
fırsat hayatta karşına seyrek çıkar, iyi düşün!” dedi. “Danke schön, tamam
düşüneceğim” dedim, ama benim aklımda Helsinki Üniversitesi vardı!
Ertesi sabah Hauptbahnhoff karşısındaki Türklerin işlettiği Export
dükkanlarına gittik. Grundig, Telefunken ve Schaub Lorenz markalar arasından
kocaman 51 ekran Grundig TV’yi aldım. Komşularla beraber tüm mahalle bakarız
diye düşünmüştüm...
Münih'teki akrabalarımız Kulalar yanıma paketler dolusu hediyeler verdiler.
Ben bunları nasıl taşıyacağım diye yakınınca eşyalarımı trene kadar getirdiler
ve beni yolcu ettiler. Bizim Orient Express ile yalnız başıma iki günde
Istanbul’a geldim.
Sirkeci’de gümrük memurları beni durdurup “bu nedir?” diye sordular.
“Üstünde yazıyor, aileme televizyon aldım” dedim. İki gümrükçü birbirine baktı
ve öndeki eliyle “geç” işareti yaptı. “Sağolun” dedim ve bir elimde bavul bir
elimde ağır TV kutusu zar zor Sirkeci’den Harem arabavapuruna bindim ve
Harem’den Ankara’ya kalkacak ilk Gazanfer Bilge otobüsüne bilet aldım.
Taksiyle evin önüne vardığımda, ilk olarak annem balkona çıktı ve “aman,
oğlum geldi” diye çığlık attı. Annem ve sonra babam koşarak beni kucakladılar.
Gözlerimiz yaşardı. Böylece 19 yaşında yaptığım ve beş hafta süren Kuzey Avrupa
Seyahati bitmiş oldu.
“Ama deniziniz yok” dedim. “Evet, denizimiz
olsaydı Avrupa’nın en güzel şehri olabilirdik” dedi ve devam etti: “Benim oğlum
Ludwig-Maximilians München Üniversitesinde okuyor. İstersen tanıştırayım, prosedürleri sana anlatsın
ve başvurmana yardım edebilir. Hem okursun hem de part-time çalışırsın. Böyle
fırsat hayatta karşına seyrek çıkar, iyi düşün!” dedi. “Danke schön, tamam düşüneceğim”
dedim, ama benim aklımda Helsinki Üniversitesi vardı!
Ertesi sabah Hauptbahnhoff karşısındaki Türklerin
işlettiği Export dükkanlarına gittik. Grundig, Telefunken ve Schaub Lorenz
markalar arasından kocaman 51 ekran Grundig TV’yi aldım. Komşularla beraber tüm mahalle bakarız diye düşünmüştüm...
Münih'teki akrabalarımız Kulalar yanıma paketler dolusu hediyeler verdiler. Ben bunları nasıl taşıyacağım diye yakınınca eşyalarımı trene kadar getirdiler ve beni yolcu ettiler. Bizim Orient Express ile yalnız başıma iki günde Istanbul’a geldim.
Sirkeci’de gümrük memurları beni durdurup “bu
nedir?” diye sordular. “Üstünde yazıyor, aileme televizyon aldım” dedim. İki
gümrükçü birbirine baktı ve öndeki eliyle “geç” işareti yaptı. “Sağolun” dedim ve
bir elimde bavul bir elimde ağır TV kutusu zar zor Sirkeci’den Harem arabavapuruna
bindim ve Harem’den Ankara’ya kalkacak ilk Gazanfer Bilge otobüsüne bilet aldım.
Taksiyle evin önüne vardığımda, ilk olarak
annem balkona çıktı ve “aman, oğlum geldi” diye çığlık attı. Annem ve sonra babam koşarak
beni kucakladılar. Gözlerimiz yaşardı. Böylece 19 yaşında yaptığım ve beş hafta süren Kuzey Avrupa
Seyahati bitmiş oldu.
Copyright © 2021 All rights reserved - Tüm hakları
saklıdır