Helsinki Üniversitesinde son sınıfa başlamıştım. Bir gün Türkiye Büyükelçiliğinden telefon geldi. Büyükelçinin sekreteri, gelecek hafta Türkiye'den o zamanın dünyaca tanınmış, Nobel ödülüne aday yazar Yaşar Kemal'in Helsinki'ye geleceğini; 3 günlük ziyaret sırasında Finlandiya TV ve radyosunda yapılacak programlara tercüman aradıklarını ve müsait olup olmadığımı sordu.
Büyükelçilik bütçesinin kısıtlı olduğunu, ama kitapları Fince yayınlayan Tammi Yayınevinin basın toplantısı ve kitapçıdaki imza merasimi için ayrıca tercümanlık ücreti ödeyeceğini bildirdi... Lisedeyken edebiyat öğretmenimizin önerisi üzerine İnce Memed'i okumaya başlamış, ama yarıda bırakmıştım. Heyecanlandım, büyükelçinin sekreteri Finli hanıma "bu benim içim büyük bir onur, yayınevinin ödemesi bana yeter" dedim ve bu iş teklifini memnuniyetle kabul ettim.
Yaşar Kemal'in Orta direk adlı romanı Finceye Puuvillatie -Pamuk Yolu adıyla çevrilmiş.
Büyükelçi Türk yazarın gelişte Helsinki Havalaanı VIP salonundan alınmasını organize etmiş. Ben de karşılamaya gittim, karşılayanlar arasında en son kişi olarak kendimi tanıttım ve elini sıktım, "Hoşgeldiniz Yaşar bey" dedim. Bana döndü ve dedi ki: "arkadaş ben bey mey değilim, Toroslardan Anavarza yaylasından gelen bir abinim senin. Onun için bana Yaşarkemal de, tamam mı?"
Yayınevi, Milli Müzenin ilerisindeki Continental Hotelde oda ayırtmış, Yaşar Kemal ve eşi Tilda hanım ile orada kaldılar. Ertesi gün Radyo, TV, yayınevi, Basın Toplantısı derken zaman su gibi aktı. Yaşarkemalin söylediklerini Finceye çevirdim. Sorulan soruları Türkçeye çevirdim. Onunla dost oldum. Yayınevinin verdiği akşam yemeğinde hayatımda ilk defa pembe balık (Somon balığı) yedim...
CUMHURİYET GAZETESİ
Son sabah otele vardığımda lobide oturmuş gazete okuyarak beni bekliyordu. Selamlaştık, sefirin hanımı Yaşarkemalin eşini otelden almış müze gezdirmeye ve diplomat eşlerinin toplantısına götürmüştü. "Doğum yeriniz Adana mı?" diye sordum. Yaşarkemal, "Torosların yayla köyünde doğmuşum ama köklerim dünyanın en mavi gölü olan Van'dadır" dedi ve elindeki Cumhuriyet'i uzattı: al, sonra okursun dedi.
Üç günlük samimiyete güvenerek, sağol o gazete bana ağır geliyor, yazılanları anlamakta zorluk çekiyorum dedim. "Bana bak Ismail: rumca politika, arapça siyaset her gazetede var, Tercüman'da da var, Son Havadis'te de!". Ben de ona "Haklısın benim Ahmet dedem de sözünü ettiğin o iki gazeteyi okur, ama ben Milliyetin spor sayfasından şaşmam" dedim.
Gazeteyi masaya bıraktı, "bugün bana Helsinki merkezindeki önemli binaları ve heykelleri göstermeni isterim, sonra da biraz alışveriş yapalım" dedi ve meşhur Mannerheimin caddesine çıktık. Kansallismuseo, Milli Müze ve Eduskunta, FBMM önünden yürüyerek 15 dakikada Helsinki merkezine indik. BioRex sineması karşısında Mareşal Mannerheim'in atlı heykelinin önünde durup Yaşarkemal'e 1918'de kurulan genç Finlandiya Cumhuriyetinin tarihini kısaca özetledim ve o dikkatle dinledi.
"Demek ki Ruslar, 2.dünya savaşında Almanya'nın yanında 5 yıl savaşıp Eylül 1944'de teslim olunca işgal ettikleri stratejik konumdaki Finlandiya'dan birkaç yıl sonra çekilmişler! Rus lider Nikita Kruşçef ile kişisel dostluk kurup, onu Rus ordusunun Finlandiya'dan çekilmesi konusunda ikna eden cumhurbaşkanı Urho Kekkonen'i takdir etmek gerek" dedi.
Kolmen
Sepän patsas, Üç demirci heykeline uzun uzun baktı ve "bu bana işçiler arasındaki dayanışmayı anımsattı" dedi. İsveç Tiyatrosunun arkasında Esplanad Parkındaki ünlü şair Eino Leino'nun heykelinin önünde resmini çekmemi istedi. Yemyeşil parkın içinde geçip Baltık Denizi Sahilindeki
Kauppatori pazaryerine ulaştık.
Buradaki çadırlı kahvede oturup mola verdik. Kahve ile tarçınlı çörek
yerken, ben şu beyaz ve kırmızı gemilerin İsveç'in Stockholm limanına
gittiğini söyleyince, "Helsinki'ye bir daha gelirsem, bu gemilerle
Stockholm'e gitmek isterim" dedi.
Cumhurbaşkanı sarayının, İsveç Elçiliğinin ve Helsinki Belediyesinin önünden geçip Aleksander caddesine yürüdük. Stockmann'a gelmeden yolun solundaki Finlandiya'nin ünlü gümüş mağazası Kalevala'nın
vitrinine göz attı ve "içeri girelim mi? "dedi.
Beğendiği gümüş kolyelerden iki
adet alacağım deyince ben de "kime" diye sordum. "Sana ne kardeşim" diyerek beni tersledi. Ben "kusura
bakma, gayri ihtiyari sordum" deyince, "tamam Ismail kardeş sana söylerim, ama ölümü öp, aramızda kalsın"
dedi ve kolyeleri kimlere aldığını açıkladı! Yaşarkemal 2015'de rahmetli olup öteki dünyaya göçtü, ama bu sır bende kalacak!
Öğle yemeği için 1970'lerde Finlandiya'nın en büyük ve prestijli mağazası Stockmann'ın üst katındaki Cafe'ye çıktık. Yemek yerken bir yandan da çocukken
bir kazada sağ gözünü kaybettiğini, gençliğinde ırgatlık, amelebaşılık
ve bekçilik yaptığını; yazarlığa başladıktan sonra yazdıklarından dolayı
birkaç kere mahpusa girip çıktığını anlattı.
Çok güzel Osmaniye
fıkraları
anlattığım için her hapise girdiğimde, çoğu hırsız, dolandırıcı ve katil olan kader arkadaşlarım
bana "Hoşgeldin
Yaşarkemal, seni özledik derler" dedi.
Amcam yaşındaki Yaşar Kemal ile Helsinki'de dolu dolu geçirdiğim üç günden bu güzel hatıralar kaldı. Uzun boylu, kilolu ve dobra dobra bir
adamdı. Son akşam vedalaşırken bana sordu: "yahu sen bu tuhaf Fince dilini nasıl öğrendin, sözlük kullanıyor
musun?" Ben de: "kitapçılarda Fince-Türkçe sözlük aradım, bulamadım" deyince, "hah işte o ilk sözlüğü sen yaz" dedi.
Istanbul'a
geldiğinde Cağaloğlunda beni bul, sana matbaa ayarlarım ve benim
yayınevim sana karaborsadan kuşe kağıt da temin eder" dedi! Bu Adanalı
rahmetli yazar Yaşarkemalin önerisi hayatımda yeni bir
sayfa açtı: Yazarlığa başlayacaktım...
Kun opiskelin toiseksi viimeistä vuosikurssia Helsingin yliopistossa, eräänä päivänä minulle soitettiin Turkin suurlähetystöstä ja ilmoitettiin, että maailmankuulu kirjailija, Nobelin palkintoehdokas Yaşar Kemal olisi tulossa Kustannusyhtiö Tammen kutsumana Istanbulista Helsinkiin seuraavalla viikolla.
Hän viipyisi Suomessa kolme päivää ja osallistuisi TV- ja radio-ohjelmiin, tekisi kirjailijavierailuja kirjakaupoissa, osallistuisi lehdistötilaisuuteen sekä Tammen järjestämälle juhlaillalliselle… Sihteerirouva kertoi, että tarvittiin pätevää tulkkia.
Suurlähettilään sihteeri kyseli, olisinko minä halukas toimimaan tulkkina yms. kolmen päivän ajan. Sihteeri lisäsi, että Suurlähetystön budjetti oli rajallinen, mutta Kustannus Oy Tammi, joka julkaisi Kemalin kirjoja suomeksi, maksaisi erillisen tulkkaus- ja käännöspalkkion tilaisuuksista...
HAUKKANI MEMED
Olin alkanut lukea kirjailija Kemalin best seller -kirjaa Haukkani Memed lukiossa kirjallisuuden opettajamme suosituksesta, mutta puolessa välissä jätin kirjan lukemisen kesken. Mutta nyt maailmankuulun kirjailijan tulkkaaminen viehätti minua! Olin innoissani ja sanoin, että kustannusyhtiön palkkio riittäisi minulle, ja otin työtarjouksen mielihyvin vastaan.
Kemalin tulopävänä suurlähettiläs oli järjestänyt VIP-vastaanoton Helsinki-Vantaan lentoasemalla ja hän saapui vaimonsa Tildan kanssa VIP-loungeen. Suurlähettiläs ja muut vastaanottajat toivottivat heidät tervetulleiksi ja viimeisenä minä menin heidän eteensä ja sanoin: “Tervetuloa Helsinkiin Yaşar bey” (herra Yaşar)!”
Hän puristi kättäni voimakkaasti ja sanoi: ”Ystäväni, en ole herra enkä herrasmies, olen toveri Taurus-vuoristosta ja Anavarzan tasangolta. Voit kutsua minua Yaşarkemaliksi, sopiiko?”
Kustantamo oli varannut huoneen herrasväki Kemalille Suomen Kansallismuseon vieressä sijaitsevasta Continental-hotellista, joten seuraavana aamuna tapasimme siellä ja meillä oli monipuolinen päivä: radio- ja TV-ohjelmat ja lehdistötilaisuus Hotelli Marskin kabinetissa.
Toisena päivänä oli kirjailijavierailuja ja kirjojen allekirjoitustilaisuudet Akateemisessa kirjakaupassa ja Suomalaisessa kirjakaupassa sekä juhlaillallinen Tammi Oyn tiloissa Lönnrotinkadulla.
Kirjailija Yasar Kemalin tulkkaus sujui oikein hyvin ilman kömmellyksiä, vaikka Kemal oli arvaamaton puheissaan etenkin vastatessaan hänelle esitettyihin kysymyksiin. Hänessä huomasin pienen lapsen uteliaisuutta, energiaa sekä inhimillisyyttä ihmisiä, eläimiä ja luontoa kohtaan!
ENSIMMÄISTA KERTAA ELÄMÄSSÄNI LOHTA
Aika kului kuin siivillä. Muistan, kun sanoin hänelle kustantajan isännöimällä illallisella, että ”Ensimmäistä kertaa elämässäni syön tätä vaaleanpunaista lohikalaa”, mihin hän totesi: ”Niin minäkin!” Meistä tuli parissa päivässä ystäviä, ja vaikka hän oli silloin viisikymppinen ja minä kaksikymppinen, niin ikäero ei meitä häirinnyt. Kuin iso- ja pikkuveli…
Tämän vierailun ansiosta sain Kustantaja Tammelta lahjaksi yhdet kappaleet Kemalin kirjoista, Ohdaketrilogian teokset: Haukkani Memed, Ohdakkeet palavat ja Memedin kosto sekä Pumpulitie-sarjan teokset Puuvillatie, Maa rauta, Taivas kuparia ja Kuolematon ruoho. Lisäksi sain myös Kemalin suosituista teoksista Ararat Vuoren Legenda sekä Poika ja Lokki -kirjat.
Kun viimeisenä aamuna saavuin hotelliin, hän istui aulassa odottamassa minua ja luki sanomalehteä. Suurlähettilään vaimo oli vienyt rouva Kemalin museokierrokselle ja diplomaattirouvien kokoukseen. Ymmärsin, että viettäisimme päivän Kemalin kanssa kaksistaan.Tervehdyksen jälkeen hän yhtäkkiä alkoi puhua: “Olen syntynyt Taurus-vuorten Anavarzan laaksossa, mutta juureni ovat Vanista, maailman sinisimmästä järvestä. Joskus kaipaan suuresti syntymäseutuani
Taurus-vuorten laaksoihin sekä Vanjärvelle!”
KREIKAKSI POLITIKA, ARABIAKSI SIYASET
Hän ojensi Cumhuriyet-sanomalehden, jota hän oli lukemassa ja sanoi: ”Ota tämä lehti ja lue se sitten myöhemmin.” Luottaen ystävyyteemme sanoin: ”Kiitos Yasarkemal, tuo sanomalehti tuntuu raskaalta, en oikein ymmärrä artikkeleita!” Hän tuohtui:
”Katso Ismo tai Ismail, elämässä tuo sana, kreikan kielellä ’politika’ ja arabian kielellä ’siyaset’ tulee aina sinua vastaan ja sinun on otettava kantaa, mitä olet mieltä: et voi piiloutua politiikalta! Politiikkaa on kaikkialla elämässä ja kuten myös sanomalehdissä, oli sitten vasemmistolainen Cumhuriyet-lehti tai konservatiiviset lehdet Tercüman ja Son Havadis.”
”Olet oikeassa Yasarkemal, isoisäni lukee myös mainitsemiasi kahta konservatiivista lehteä, mutta minä luen vain Milliyet-lehteä, jossa on paras urheilusivu ja kiinnostavimmat jalkapallo- ja urheilu-uutiset.” Hän jätti sanomalehden pöydälle ja sanoi: ”Sinä voit ehdottaa mihin nyt mennään…”
MANNERHEIM JA SUOMEN HISTORIA
Kävelimme kauniilla säällä Mannerheimintietä etelään Helsingin keskustaan päin. Kerroin hänelle lyhyesti Kansallismuseosta, Eduskuntatalosta sekä Marsalkka Mannerheimin ratsastajapatsaasta Postitalon edessä. Pidin täällä hänelle lyhyen esitelmän vasta vuonna 1918 perustetun Suomen Tasavallan historiasta.
Kemal sanoi lukeneensa Suomesta kertovan Valkoisten liljojen maa -nimisen kirjan. Hän kertoi pitävänsä Suomen kansan urheana, ja hän näki sillä olevan voimakas tahto: sisu. Hän lisäsi: ”Arvostan Presidentti Kekkosta suuresti! Ilman hänen erityistä ponnistustaan Suomi olisi ehkä kuulunut Itä-blokkiin kuten esim. naapurimaa Eesti.
Kävelimme Rautatieaseman vierestä Mannerheimintien ja Aleksanterinkadun risteykseen, ja pysähdyimme Vanhan ylioppilastalon edessä Kolmen sepän patsaan kohdalla. Hän katsoi patsasta ja sanoi, että nämä rautasepät toivat hänen mieleensä työmiesten välistä solidaarisuutta! Jatkoimme kävelyä Ruotsalaisen teatterin vieressä sijaitsevaan kuuluisan runoilijan Eino Leinon patsaalle, missä otin hänestä kuvan hänen kamerallaan. Sitten kävelimme vehreän Esplanadin puiston kautta Kauppatorille.
Joimme maitokahvit telttakahviossa, jossa hän katsoi auringossa kiiltävää Itämerta ja kyseli mistä tuo valkoinen laiva oli tullut. Sanoin, että se on Silja Linen lautta, joka liikennöi päivittäin Helsingin ja Tukholman välillä; Kun seuraavalla kerralla tulette Helsinkiin, voimme yhdessä matkustaa laivalla Ruotsiin!
Teimme pienen kävelykierroksen Kauppatorin ympäristössä ja kerroin hänelle lyhyesti Tasavallan Presidentinlinnasta, Helsingin kaupungintalosta ja Ruotsin Suurlähetystöstä. Hän sanoi, että onpa vaatimattoman näköinen presidentin palatsi ja ihmetteli, miksi katukyltit olivat kaksikielisiä. Selitin hänelle, että Suomi on kaksikielinen maa ja suomi ja ruotsi ovat molemmat virallisia kieliä.
Presidentinlinnasta käännyimme vasemmalle ja kävelimme Aleksanterinkadulta keskustaa kohti. Senaatintorilla kerroin Kemalille 1894 pystytetystä Aleksanteri II. monumentaalisesta patsaasta ja Tuomiokirkosta sekä näytin kouluni Helsingin Yliopiston päärakennuksen. Käveltyämme vähän matkaa keskustan suuntaan Yasarkemal huudahti: ”Mikä tuo liike on tien vasemmalla puolella?” Sanoin, että se oli maailmankuulu suomalainen design-koruliike Kalevala, joka on saanut nimensä Suomen Kansalliseepoksesta Kalevalasta.
Vilkaistuamme hetken Kalevalan koruliikkeen ikkunaa menimme liikkeeseen sisään. Kun hän oli katsonut ja tutkinut useita koruja pitkään, ehkä varttitunnin ajan, myyjänainen osoitti kyllästymisen merkkejä.
Kemal kääntyi minuun päin osoittaen arvokkaan näköistä hopeista kaulakorua: “Eikö tämä olekin kaunis?” Vastasin: “Kyllä se varmasti sopii hienolle rouvalle” tarkoittaen hänen siroa vaimoaan Tildaa, joka on kääntänyt useimpia Kemalin teoksia englannin kielelle!
Yasarkemal hymyili ja sanoi: ”Selvä, otan tästä korusta kaksi kappaletta sitten!” Hämmästyin ja luonnollisesti kyselin, miksi kaksi kappaletta? Hän sanoi: “Miksi kysyt? Mitä se sinulle kuuluu?” Sanoin: ”Olen pahoillani, että kysyin vahingossa tuollaista henkilökohtaista kysymystä.” Hän maksoi dollareilla ja hopeiset korut pakattiin eri lahjapakkauksiin.
Kävelimme Kalevalan koruliikkeestä läheiseen Stockmannin tavarataloon ja menimme ylimmän kerroksen ravintolaan lounaalle. Siellä Yaşarkemal otti kädestäni kiinni ja sanoi: anteeksi veli, että puhuin sinulle sillä tavalla. Voin paljastaa sinulle kenelle annan sen toisen Kalevala-korun, jos vannot, että et kerro kenellekään!
Minä vannoin ja hän kertoi minulle sen salaisen henkilön, jolle hän osti korun… Yaşarkemal kuoli vuonna 2015 ja muutti toiseen maailmaan, mutta tämä salaisuus on pysynyt minulla!
Lounaan jälkeen otimme jälleen maitokahvit ja hän, pitkä, isokokoinen ja luonteeltaan suoraviivainen mies alkoi oma-aloitteisesti kertoa elämänsä tarinoita: Menetin oikeanpuoleisen silmäni onnettomuudessa, kun olin lapsi. Tein nuorena hanttihommia rakennuksilla ja kirjoitin artikkeleita paikallisiin lehtiin. Jouduin useita kertoja vankilaan kirjoittamastani ajankohtaisista poliittisista lehtijutuista.
KOHTALOTOVERIT VANKILASSA
Joka kerta, kun menin vankilaan, kohtalotoverini vangit, joista suurin osa oli tuomittu murhista, varkauksista ja huijauksista sanoivat yhteen ääneen: "Tervetuloa kotiin Yaşarkemal, me olemme kaivanneet sinua!" Luulen, että tällainen huomionosoitus johtuu siitä, että olin yksin vastustanut vääryyttä, hallintoa ja systeemiä vastaan! Lisäksi kohtalotoverini vankilassa pitivät kovasti minun jännittävistä Adana-vitseistäni!
Kun hyvästelimme viimeisenä iltana Yasarkemalin ja hänen vaimonsa Tildan kanssa hotellin edessä, hän kysyi minulta: ”Puhut suomea sujuvasti. Olemme vaimoni Tildan kanssa miettineet, kuinka sinä olet oppinut tämän kielen, joka ei muistuta englantia, saksaa eikä ranskaa, korkeintaan foneettinen lausuminen sekä eräät sanat ja päätteet muistuttavat turkin kieltä. Mitä sanakirjaa olet käyttänyt?”
Vastasin: ”Tietääkseni kukaan ei ole vielä kirjoittanut kaikenkattavaa suomi-turkki-sanakirjaa! ”Kemal sanoi: Voi hyvä veli, tässä sinulla olisi ainutlaatuinen tilaisuus! Ala laatia sanakirjaa! Kysy neuvoa Tammen johtaja Jarl Hellemannilta.
VOIT LAATIA SANAKIRJAA
Ellet Suomesta saa kustantajaa, tule aineiston kanssa Istanbuliin, minä voin auttaa sinua kirjan painattamisessa. Minun kustantajani kanssa voimme järjestää sinulla hienoa paperia mustasta pörssistä ja painattaa kirjasi tutussa kirjapainossa! Minut löydät nimelläni Cagaloglusta, Istanbulista.”
Tämän maailmankuulun kirjailija Yaşarkemalin ehdotus avasi uuden sivun elämässäni: aloin kirjoittamaan kirjoja: sanakirjoja ja matkailuoppaita.
Bir
insanın son nefesini verip ölmesi, sinema filmlerinde gösterildiği gibi değilmiş!
Ölmek üzere olan yakınımın yanında olup hiç bir şey yapamadan seyretmek, asla
unutulmayacak şekilde acı verici, çok korkunç bir olay. Ve çocukluğumdan beri
beni rahatsız eden birinci elden bir deneyimim var.
Annemin
ağabeyi Hasan Akdur dayım, biz Ulus otobüs durağında 8 numaralı Keçiören otobüsünü
beklerken yanıbaşımda can verdi. Ben 13 yaşındaydım ve o 50'li yaşlarının
sonlarındaydı. Hasan dayı, zayıf olmasa da kilolu değildi ama gençliğinde çok rakı içermiş
ve aşırı derecede tütün tüketirmiş. Yaşlanınca içkiyi bıraktı, ama o devirde şehirlerde yaşayan erkeklerin çoğunun kullandığı tütün tiryakiliğinden kurtulamadı. Günde 10-12 fincan kapkara Türk kahvesi içerdi. Şimdi düşününce kalp krizinin köşede Hasan dayımı
beklediğini görebiliyorum… Ve ecel dayıma o güneşli bir akşamüstü Ankara'nın işlek merkezlerinden biri olan Ulus'ta bir otobüs durağında benim yanımda rastgeldi!
George
Floyd gibi “nefes alamıyorum” dedi ve sırtüstü yere düştü. Gözleri geri döndü
ve zor nefes almaya başladı. Boğazından hırıltı ve homurdanma sesleri geliyordu. Sonra bacakları yarı yukarı kıvrıldı, seğirdi ve birkaç defa
havayı tekmeledi. Sanırım dayım son nefesini veriyor diye düşündüm…
Otobüs
durağında bir kaos yaşandı: bekleyenlerin bir kısmı etrafa toplanmış, kimi endişeyle
izliyor, "kimi telaşla su getirip, kolonya var mı? "diye soruyordu… Bir genç
ağabey delicesine dayımın gömleğinin üst düğmesini çözmeye çalışıyordu. Ben orada hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka ne yapacağımı
bilmiyordum. O devirde (1959 sanırım) açıkçası kimse ilk yardım, CPR ve
ağızdan ağıza yapay solunum yardımı gibi canlandırma, ilkyardım teknikleri bilinmiyordu.
Kalabalıktan
bir adam önümüzdeki Çankırı caddesine fırladı ve geçen bir taksiyi durdurdu. Durakta
bekleyen insanların yardımıyla dayımı yerden kaldırıp taksiye bindirdiler ve
şoförden bizi en yakın hastane olan Numune Hastanesi'ne götürmesini istediler. Dayımı taksinin arka koltuğuna yatırırlarken onun yattığı yerde küçük bir idrar
birikintisi farkettim. Taksinin ön koltuğuna bindim. Şoför klakson çalarak son
hızla hastaneye giderken arkadaki dayım sessiz ve hareketsizdi.
Hastaneye
geldiğimizde dayımı muayene ettiler ve doktorlar "maalesef çok geç, Allah rahmet
eylesin dediler. Dedem hastaneye gelmeden yolda can vermişti. Bir doktor amca
bana, “oğlum evine git ve anne babana buraya gelmelerini söyle, ölüm raporunu
imzalamaları gerekiyor dedi.
O günlerde herkesin evinde telefon yoktu. Ayrıca
taksi tutacak param da yoktu. Bu yüzden anneme olanları anlatabilmek için
hastaneden eve 3-4 km yolu ağlayarak ve koşarak gittim ve kapıyı açan anneme “anne, dayım
öldü“ dedim. Annem elini başına koyup “Ah Hasan ağabeyim benim” diyerek
hıçkırmaya başladı…
Ben evde kaldım, annem babamın işyerinden alıp beraberce
hastaneye gitti. Geçirdiğim büyük şoktan sonra çok sevdiğim dayıma veda etmek
için hastaneye gitmeye cesaretim kalmamıştı. Bu şimdi pişman olduğum bir şey!
The way a person dies is nothing like as we are shown in motion pictures. It is more painful, very graphic, and horrible. And I have a first-hand experience that haunts me since my childhood.
My mother’s older brother uncle Hasan, (Hasan Dayı) died from a heart attack when we were waiting for the bus. I was 13 and he was in his late 50s. Uncle Hasan was not overweight, although not slim, but he used to drink a lot of raki and wine, and used to smoke a lot, he was a real chain smoker. He quit drinking later when he got older but couldn't quit smoking as most of the men smoked tobacco those years... He used to drink those strong Turkish coffees in one slurp, and probably more than tenfincan(Turkish coffee cup) every day. Now I can see that heart attack was waiting for Uncle Hasan around the corner! And that day came one sunny afternoon at a bus stop in Ulus, a busy centrum of Ankara.
He said, “I cannot breathe”, like George Floyd, and fell on the ground on his back. His eyes rolled back and started gasping for air. Loud noises were coming from the throat, scary wheezing, grunting sounds. Then his legs were curled half-up, twitching, and sporadically kicking the air. I think he was giving his last breath.
People waiting in the bus stop gathered around, some watching with horror, others fetching water and asking if anyone has cologne. Another person was madly trying to undo his top shirt button. And there I was did not know what to do other than sobbing. In those days (1959 I think) obviously nobody knew first aid, CCPR and mouth-to-mouth resuscitation.
A man from the crowd jumped out to the Çankırı street and stopped a passing-by taxi, with the help of others they put him in and asked the driver to take us toNumune Hastanesi, the nearest hospital. When they bundled him to the taxi, there was a small pool of urine on the ground where he was lying. I set in the front. On the way to the hospital, my uncle at the back was quiet and motionless.
When we arrived at the hospital doctors checked him and said to me:too late!He was already dead… They ordered me to get my parents to fill out some papers. In those days there were no telephones in everyone’s home and certainly no mobile phones. I also did not have money to hire a taxi. So, I had to run 3-4 km from hospital to home to let my mother know what happened.
I did not have the courage to go to the hospital to say a final goodbye. This is something I regret now. -Hal Aral, Sydney
Yabancı dil öğrenimine Ortaokulda Gatenby kitabıyla başladım. İlk dersimiz Mr and Mrs Brown ve George/Corç idi. Ortaokul ve Lisede İngilizce öğrenmekten çok muhtemel imtihan sorularını ve cevaplarını öğrendik.
Ciddi bir ingilizce eğitimine Hacettepe Üniversitesinde hazırlık sınıfında hocamız olan patates tarlalarıyla ünlü Idaho eyaletinden gelen Amerikalı gençJohn Peterson ile başladık. Adam başta bize: "ben buraya sınav yapmaya değil, İngilizce öğretmeye geldim" dedi... İyi niyetli ve yılmaz bir öğretmen olan John bir yılda bize iyi seviyede İngilizce öğretti. Thank you John!
Finceyi Finlandiya'da ilk geldiğim ilk yıllarda öğrendim. Orada yaşadığım 33 yılın 5 yılı Helsinki Üniversitesinde okumakla, kalan 28 yıl da çalışmakla geçti. Akşamları iş sonrası evde original Alman malı Olympia daktilom ile sözlük, gezi rehberi ve Türkiye turistik tanıtım kitapları yazdım.
Yeminli tercümanlık sınavını verip resmi tercümanlık yaptım. Birkaç akçe topladım. Yarısı banka kredisiyle olmak üzere Helsinki, Kallio mahallesi 4. Linja 26 adresinde bir daire alıp kira ödemekten kurtuldum.
İsveç dili ve Fransızca ilgimi
çekiyordu. Hobi olarak 2 yıl akşamları İsveççe kursuna gittim. İsveç Dil
Enstitüsünün davetine katılıp 90'lı yıllarda bir yaz Atlantik sahilinde
Grebbestad tatil beldesinde; iki yıl sonra da Hässelbystrand dil okulunda birer
aylık yaz kurslarına katıldım. Temel isveççeyi öğrendim, ama kulağa melodi gibi
gelen konuşmayı ve güney İsveçlilerin "sche-khe" sesini ancak ülkede yaşayanların
öğrenebileceğini anladım.
Helsinki'de "Institut Français",
Fransız Dil Enstitüsünün kursuna gittim. Biraz Fransızca öğrenince Finnair'in
personel biletiyle Afrika ülkesi Fas’ın tatil beldesi Agadir’e gittim. Doğuda
muhteşem Atlas dağları, batıda altın kumlu plajlarıyla Atlantik Okyanusu
sahilindeki Agadir ve yakınındaki Marakeş muhakkak görülmesi gereken yerler...
AFRİKA'NIN ATLANTİK OKYANUSU SAHİLİ: AGADİR
Şehir merkezine yakın, kumluk sahilde yer alan havuzu ve şirin botanik bir bahçesi olan 4-yıldızlı Royal Tafukt
Hotele yerleştim. Otelde neredeyse bütün personelin kadınlardan oluşması
dikkatimi çekti. Oda temizliğini yapanlar, resepsiyon görevlileri, garsonlar ve
aşçılar genç ve orta yaşlı kadınlardı.
Koca
otelde bir bellboy ve bir de manager müdürbey dışında erkek çalışan görmedim. Kendi kendime, "erkekler muhtemelen tarım ve sanayi sektörlerinde çalışıyorlardır" diye düşündüm.
Ertesi sabah otelden kalkan
günübirlik "Gizemli Marakeş" turuna katıldım. Otobüs yüce Atlas
dağlarını aşarak 4 saatte Marakeş'e vardı. Winston Churchill, Yves Saint Laurent ve Rolling Stones
gibi ünlü isimler, ve zamane Hippiler Marakeş'i dünyaya tanıtmışlar ve tarihi
şehir hala 1001 gece masallarının anlatıldığı gizemli Marakeş olarak anılıyor
1001 GECE ve GİZEMLİ MARAKEŞ
Marakeş turuna katılan biz yabancı turistler Medina yani eski şehirin simgesi
olan, dörtköşe minaresiyle meşhur Kutubiya camiini ziyaret ettik ve yanındaki
panayır gibi kalabalık Jemaa el-Fnaa meydanını gezdik. Burada gündüz su, meyve
suyu satılıyor ve yılan oynatılıp bahşiş isteniyor. Akşamları ise masalcı, falcı,
şifacı ve sihirbazlar meydanı otantik ve eğlenceli yapıyor.
Eski çarşı Souk’u
gezdikten sonra Fransız artist Jacques Majorelle'nin kurduğu, içinde 300 çeşit bitki olan
Majorelle Bahçeleri şehir gezisinde yorulanlaragüzel bir dinlenme ortamı sağlıyor. Fransız
modacı Yves Saint Laurent'in Majorelle
bahçesini satın aldığı ve hatta öldüğünde Laurent’in küllerinin bahçeye
serpiştirildiği söylenir.
Ayrıca 19.yüzyılın sonunda bir
vezirin inşa ettirdiği Fas mimarisini temsil eden muhteşem Bahia Sarayını
gezdik. Cariyeler için tasarlanmış odalarla çevrili Bahia Sarayı geniş
bahçesiyle mutlaka görülmeli. 16 saat süren, ama dünyada eşi benzeri
olmayan gizemli Marakeş turundan gece döndük.
Ertesi gün Agadir'in tarihi çarşısı "Souk"u gezerken vitrinde zeytinyağı şişeleri görünce dükkandaki beyaz entarili beye fiyatları sordum. Ortak dil bulamayınca içeriden 26-27 yaşlarında marketin şefi alımlı bir bayan geldi. İyi Fransızca ve biraz İngilizce konuşuyordu, "Adım Jamila, size yardımcı olabilirim" dedi.
Bana "extra virgin-soğuk sıkma" zeytinyağı önerdi. Nereden geldiğimi, nerede kaldığımı sordu. Zeytinyağını aldım, ilgisi için teşekkür edip yürüyerek otele döndüm. Yolda kendi kendime, şu madmasel Jamila ne alımlı ve nazik bir bayan diye düşünmedim değil...
Akşam otelin lobisinde 16-17 yaşlarında bir genç beni buldu, ben Jamila’nın kardeşi Khalid. Babam seni akşam yemeğine çağırdı, ben de seni almaya geldim dedi. Böyle bir şey beklemiyordum, şaşırdım!
FAS KONUKSEVERLİĞİ ve KUSKUS
Antika bir beyaz Mercedes taksi ile kalabalık mahallelerin arasından geçip evlerine giderken aklıma Humphrey Bogart ile Ingrid Bergman'ın 1940'larda çekilen ünlü Casablanca filmi geldi ve Fas'ta hiç tanımadığım bir ailenin evine gittiğim için biraz ürperdim!
Etrafı iki metre yüksek duvarla çevrili evlerine vardığımızda Jamila, annesi, babası, kardeşi Samira ve iki küçük kardeşi bizi bekliyorlardı. Selamunaleykum deyip kuskus ve tajin yemeklerinden oluşan yer sofrasına oturduk.
Yemek yerken evsahibi Benali amca ara sıra bana dönüp
”Keyfe haluk” diyordu. Meğer "Nasılsın?" demekmiş. Ben de her
sorduğunda ona ”Elhamdülillah, keyfe haluk” diyordum. Yemek bitince amcabey
sessizce kalktı gitti. ”Babanız nereye gitti” diye sordum. İşyerinde yoruluyor,
dinlenmeye gitti dediler.
PRİSON ŞEFGARDİAN
”Babanızın mesleği ne” diye sordum. Khalid: Ünlü
Magrep Mahpushanesi Prison şefgardian dedi. Bir hoş oldum!
Jamila: "Ailemi beğendin mi?" diye sordu.
”Evet aileni ve kuskus yemeğini beğendim, şükran elhamdülillah” dedim. Ortanca
kardeş Samira'nın yaptığı nane çayını içtikten sonra, Khalid beni taksiye kadar
yolcu etti.
HAYIRLI BİR İŞ
Tatilin son gününde Mademoiselle Jamila biraderi
Khalid ile otelin önüne gelip bana yolluk ev yapımı Fas böreği verip havaalanı
otobüsüne yolcu ettiler. Madmasel Jamila bana bakıp “J’espère vous revoir!
Umarım seninle tekrar görüşürüz!" dedi! Genç Khalid, babasının selam
söylediğini ve "Yakında hayırlı bir iş için gelirse, haberim olsun, onu tayyaradan mahpushanenin resmi aracı ile aldırır, VIP muamelesi yaptırırım"
dediğini söyledi!
Marakeş Halk Müziği ekibi -Kaynak Fas Krallığı Turizm bürosu
Aylar sonra Türkiye’de anneme Jamila’dan söz ettim.
"Çok beğendiysen kızla anlaşıp babasından isteseydin; Türkçeyi kolay
öğrenirdi" dedi. Ben de ”kız fena değildi de babası biraz korkuttu beni”
dedim…